Hz. Ebubekir'in (R.A) Ciğer Kokusu
Hazreti Ebubekir'in (r.a) komşuları; “Ya Resûlallah! Ebubekir her akşam evinde ciğer kebabı yapıp yediği halde, bize bir lokma bile vermiyor. Biz onun komşuları olarak şikâyetçiyiz,” dediler.
Hazreti Resûlüllah (s.a.v): “Bundan sonra yine ciğer yediğini anlarsanız bana da haber verin, o yemek başında iken baskın yapalım, buyurdular.”
Aradan birkaç gün geçmişti ki, bir sahabe gelip; “Ya Resûlallah! Şu anda evden yine ciğer kokusu gelmeye başladı. Pişiriyor olması lâzım.” dedi.
Peygamberimiz meselenin hakikatini ashaba söylemiyor, gözleri ile görmelerini istiyordu. Hep beraber Hz. Ebubekir'in evine gittiler. Eve yaklaştıklarında, hakikaten evden ciğer kokusu gelmeye başlamıştı. Kapıyı çalıp içeri girdiler, baktılar ki, Hazreti Ebubekir'in evinde değil ciğer, bir parça et bile yok. Ashab (r.a), hayretler içinde kalmıştı.
Resûl-ü Ekrem meseleyi şöyle izah etti; “Ebubekir'in yediği, sizin bildiğiniz ciğerlerden değildir. Onun kendi ciğeri Allah korkusundan yanıp - tutuşmakta, siz ise onu ciğer pişirip yiyor sanmaktasınız.”
Şikâyet eden ashab mahcup, Resûlüllah memnun vaziyette ayrıldılar.
***
ALLAH'IM SEN NE BÜYÜKSÜN
Bir yaz günü, yetiştirdiği hayvanların arasına birkaç tane de kaz ilave etmeyi düşünerek, kaz çiftliğine gitmek üzere yola çıkan Akın, feribotu kaçırır.
O sıcakta bir sonraki feribotu beklemeyi göze alamayınca da kaz alma planını bir sonraki güne erteleyerek geri dönmeye karar verir.
Dönüş yolunda otomobiliyle ilerlerken, bir kaz sürüsüyle karşılaşır.
Kazları takip ederse kendisini mutlaka ait oldukları yere götüreceklerini düşünerek peşlerinden gider.
Sürü önde, Akın, arkada, tozlu topraklı köy yollarında ilerlemeye başlarlar. Derken bir yol ayrımında sürü ikiye ayrılır. Bir grup kaz sağa giderken diğer grup düz devam eder.
Akın, bir an tereddüt ettikten sonra, sağa sapan kazları izlemeye karar verir. Kazlar yalpalaya yalpalaya bir süre daha gider ve sonunda ağaçların arasına gömülmüş küçücük bir evin önündeki tahta çitlerin arasından geçerek içeri girerler.
O sırada evin kapısı açılır ve yaşlı bir kadın dışarıya çıkarak kazları karşılar.
Akın, bir süre kadını izledikten sonra otomobilden iner, onun yanına gider ve kazlarını satın almak istediğini söyler.
Yaşlı kadın sesi soluğu çıkmadan bakar ve ardından gözlerinden akan yaşlara hakim olamayarak "Ben, ne zamandır bu kazları satmaya niyetliyim. Tek derdim, onları satıp içeride aylardır hasta yatan kocama ilaç almak. Ama ne bir yere gidecek halim ne de onları satacak birini bulacak gücüm var. Dün gece sabaha kadar ağlayarak yakardım.
Dualarımın duyulacağını biliyordum. Seni bana Rabbim yolladı oğlum" der.
Akın, kazlara yaşlı kadının hayal bile edemeyeceği bir fiyat ödediği gibi ertesi gün oraya bir doktor götürüp kocasını muayene ettirir, ilaçlarını alır ve yaşlı kadının hayır dualarıyla oradan ayrılır.
****
NAMAZ KILMAK
İsa aleyhisselam bir gün deniz kenarından geçerken nurdan yaratılmış bir kuş gördü. İnsan ona baktığı zaman nurunun aydınlığından gözünü açamazdı. Kuş gidip kendini çamura batırdı ve gidip denize girdi ve yine tertemiz olup parladı. Denizden çıkıp yine çamura battı ve gelip denize girip temizlendi. Bu hal tam beş sefer tekrar etti.
İsa aleyhisselam: "Bu kuş neden kendini çamura batırıyor, sonra çıkıp denize giriyor ve temizleniyor?" diye kuşun haline şaşırdı.
Allahü Zülcelal, İsa aleyhisselam'a şöyle vahyetti:
"Ya İsa! O, namazın temsilidir. Ahir zaman peygamberi Muhammed aleyhisselamın ümmeti namaz kıldığı zaman, aynı o kuşun denizde temizlenip nurlandığı gibi, hatalarından temizlenip nurlanacak. Yine hata yaparsa aynı kuşun çamura girmesi gibi zulmetle kaplanacak ve namaz kıldığı zaman tertemiz olacak. İşte namaz, insan için böyle kıymetlidir." Rabbim hakkıyla kılanlardan eylesin.
****
MEDİNE AĞLIYOR
ALLAH Resûlü hasta yatağında soğuk terler döküyor. Hazreti Aişe’nin gözü yaşlı, Hazreti Ebu Bekr’in başı yerde, Kainatın Efendisi ebedi yolculuğun eşiğinde son nefeslerini sayıyor. Medine soluk almadan bekliyor.
Buruk yürekler, endişeli bakışlar ve köşelerde sessiz sessiz akıtılan göz yaşları… Tek istenilen şey, bir haber. Habibin sıhhat haberi. Fakat Alemlerin Rabbi daha fazla uzatmayacaktır dünya gurbetini Habibinin. Ahmedi’nin yüreğini daha üzmeyecektir bu çöllerde.
İşte son an… son nefes… ve Habibin dudaklarından dökülen son söz: “Er’rafiku-l a’la! Er’rafiku-l a’la!” “ Yüce dost! Yüce dost!”
Kainatın Sevgilisi ulaşıyor dostuna
Ezan vaktidir. Resûlullah’ın yokluğundaki ilk gecenin sabahı. Bilal elini kulağına götürmek için hazırlanıyor. Mukaddes daveti duyuracak. Lakin yüreği yanıyor. Yanık sesi, yanık yüreğiyle hepten hüzne bürünmüş başlıyor ezan-ı Muhammedi. Ve tam “Eşhedü enne Muhammederrasûlullah…” derken bir hıçkırık kopuveriyor Bilal’in ciğerlerinden. Bilal ağlıyor, sahabeler ağlıyor. Dalga dalga hüznüyle yayılıyor gülbang-ı Ahmedî. Peygamber müezzini ezanı güçlükle bitirebiliyor.
Medine… Peygamber şehri. Hiç böyle görmemişti bu şehri Bilal. Her bir taşından göz yaşı damlıyordu sanki. İşte bu sokaklardan yürümüştü Allah Resûlü. Bu mescitte oturmuştu. Şu kütüktü yaslanıp da hutbe okuduğu. Mübarek ayaklarının değdiği toprak bu topraktı. O’nun gül kokusu sinmişti bu yerlere. Medine O’nu bulduğu gün can bulmuştu. Ama şimdi o yoktu bu şehirde. Her zerresine hasretini nakşedip göçüp gitmişti işte. Bilal Medine’de duramazdı artık. Baktığı her yönde O’nun hatırasının canlandığı, yüreğine hicran ateşleri yağdıran bu şehirde kalamazdı. Hasretini bağrına basıp Şam’a gitti. Aradan seneler geçti. Medine peygambersiz, ezanlar Bilalsiz seneler geçti. Halife defalarca Bilal’i Medine’ye çağırdı. Tüm ısrarlara rağmen peygamber müezzini kabul etmedi bu davetleri.
Fakat bir gece Efendimiz (sav) rüyasına geldi Hazret-i Bilal’in. Allah Resûlü (sav) nurlar içinde ona bakıyor, sitemvâri bir tavırla: “Ne zamandır beldemize uğramaz oldun Ya Bilal!” diyordu. Ertesi sabah Bilal, emri alan asker gibi fırladı. Derhal Medine yollarına koyuldu. Bilal’in ne sıcakta pişen vücudu ne uzayan yollara bakan gözleri vardı. Hissettiği tek şey kalbindeki tarifsiz sızıydı. Özleten, ağlatan, yandıran bir sızı.
Günlerce süren yolculuğun ardından Bilal, sevgilisini gömdüğü hicran şehrine ayaklarını basıyordu işte. Ve o gün Medine bir zamanlar çok iyi tanıdığı bir sesle açıyordu gözlerini sabaha. Sesi duyan daha iyi işitebilmek için kapılara koşuyordu. Sokaklara dökülen insanlar heyecan içinde birbirlerine tek bir şeyi haber veriyordu. “Bilal gelmiş! Seneler sonra Bilal Medine’ye dönmüş.” Kalpler sanki yerinden çıkacaktı. Sokaklarda kadınlar, çocuklar… Medine böyle bir şey görmemişti. Bütün şehir mescide akıyordu. Onlar bu sesi hep peygamber hayattayken duymuşlardı. Bu sesi işitip de gittiklerinde mescide Allah Resûlü’nün o mübarek yüzünü görmüşlerdi yıllarca. Peki ya şimdi? İşte bu ses Bilal’in sesiydi. Yoksa Muhammed Mustafa (sav) , kainatın biricik sevgilisi şimdi de mescitte miydi? Birisi deseydi ki: “Evet, Peygamberimiz (sav) mescitte, müminleri namaza bekliyor.” Şüphesiz buna inanmayan kalmayacaktı. Bir anda çağlayan hisler o koskoca hakikati unutturuvermişti. Allah Resûlü artık aralarında yoktu ve dönmesi de mümkün değildi. İşte o dem herkes koyuverdi kendini. Genç, ihtiyar, kadın, çocuk herkes herkes ağlıyordu. Her şey ortadaydı. Bu ses bu semalarda Muhammed Aleyhisselamsızdı.
Bilal de yüreğinin yangınlarına su serpiyordu gözyaşlarıyla. O da ağlıyordu.
Hıçkırıklara karışan bu ezan bütün Medine’yi ağlatmıştı. Bu Hazret-i Bilal’in okuduğu son ezanı oldu. Şam’a döndükten bir süre sonra o da Hakk’ın rahmetine ulaştı.
HZ. PEYGAMBER (SAV) AŞIĞI ÇÖL KAPLANI FAHRETTİN PAŞA
Araplar ona çöl kaplanı dediler. [Nemr'us Sahra]
"Medine Müdafii Fahreddin paşa"
İki yıl yedi ay efsanevi bir direnişin kumandanı., Medine'deki Osmanlı kuvvetlerinin komutanı O'na teslim ol dediklerinde, her defasında "Halife esirdir; bu onun kararı değil" diyerek reddetti.
Ancak kendi subaylarından Albay Necip ve bazıları, bunca zamandan sonra direnişin imkânsız olduğunu ve teslim olmanın gerekli olduğunu düşünerek Fahreddin Paşa'yı bizzat tutuklamaya karar verdiler..
Ve ani bir baskınla odanın kapısını aniden açıp içeriye girdiklerinde Fahreddin Paşa'nın bakışları Necip'inkilerle buluştu.
Fahreddin Paşa'nın yastığının altında bir Browning tabancası vardı.Paşa hemen tabancaya davrandı.. Albay Necip ağlayarak, "Yapma paşam, bunu yapma gel teslim olalım" dedi.. Fakat aniden Fahreddin Paşa, Albay Necip'in suratına bir tokat atarak, kararlı bir şekilde:
"İki yıl oldu, sana bunu öğretemedim mi?! Necip.. Bir Osmanlı askeri asla teslim olmaz!"
Ağlayan subayları, titreyen elleriyle onu tutup bağladılar.. O'nu merdivenlerden aşağı taşıyıp sağa döndüklerinde, Hz. Peygamber'in (s.a.v) Hücre-i Saadetenin (Kabrinin bulunduğu Odası'na ) ulaştıklarında
Birden Fahreddin Paşa bağırırdı:
"Durun!" dedi..
Herkes bir anda saygı ile durup sustu..
Paşa askerlerinden birine dönüp:
"Naci, kılıcımı al ve annemiz Fatıma Hanım'ın kabrinin başına koy" dedi..
Naci kılıcı alıp ve emredilen yere koyduktan sonra arkasına baktığında komutanının sicim gibi gözyaşları içinde hüngür hüngür ağladığını, gördü..
Çünkü Fahreddin Paşa rüyasında Rasulullah (sas)'i görmüş ve Rasulullah (s.a.v) ondan Medineyi asla terk etmemesini istemişti..
Fahreddin Paşa, Hz. Muhammed'in (s.a.v) yattığı odası'na daha fazla bakmaya dayanamadı iki adım atıp, sonra aniden durup ve hıçkırıklarla ağlayarak:!
"Ey Allah'ın Resulü, (s.a.v): Vallahi.Fahreddin sözünde durdu. Ben teslim olmadım! Ya Rasulullah (s.a.v) Bunlar beni zorla götüyorlar... Bunlar beni zorla götürüyorlar... Bunlar beni zorla götürüyorlar!" diye haykırıyordu..
Teslim şartlarına göre Fahreddin Paşa savaş esiri sayıldı.
İngiliz kuvvetleri onu tutuklayıp önce Mısır'a, ardından Malta Adası'na götürdüler.
Paşaya hafızalarda kalan bu lakap takıldı:
"Çöl Kaplanı."
Fahreddin Paşa Medine'den ayrıyken dilinde şu sözleri terennüm ediyordu:
Yapamaz Ertuğrul evladı sensiz,
Can verir, Canan’ı (s.a.v.) veremez Türkler.
Ebedi hâdimu’l haremeyniniz,
Ölsek de Ravzanı ruhumuz bekler..Ya Rasulullah (sas)
O Medine'yi savunurken bir toprak parçası değil ümmeti Muhammed'in onurunu ve haysiyetini savunuyordu
Allah Fahreddin Paşa'ya rahmet eylesin nur içinde yatsın..
DON KİŞOT
Don Kişot ) İspanyol yazar Miguel de Cervantes tarafından yazılan klasik bir romandır. İlk olarak 1605 ve 1615 yıllarında iki bölüm halinde yayımlanan roman, Batı edebiyatının kurucu eserlerinden biri olarak kabul edilir ve genellikle ilk modern roman olarak değerlendirilir. Roman, birçok tanınmış yazar tarafından "tüm zamanların en iyi kitabı" ve "dünya edebiyatının en iyi ve en merkezi eseri" olarak nitelendirildi. Aynı zamanda dünyanın en çok tercüme edilen kitaplarından biri ve tüm zamanların en çok satan romanlarından biridir.
Romanın konusu, La Mancha'da yaşayan ve alt tabaka soylu olan Alonso Quijano'nun maceralarına odaklanır. Quijano, okuduğu şövalye romanslarına kendini öyle kaptırır ki aklını yitirir ve Don Kişot de la Mancha adını alarak gezgin bir şövalye olmaya karar verir. Amacı, şövalyelik geleneğini yeniden canlandırmak ve ülkesine hizmet etmektir. Yanına sadık bir silahşor olarak basit bir köylü olan Sancho Panza'yı alır. Sancho, Don Kişot’un yüce söylemlerine karşılık, pratik zekâsı ve saf gerçekçiliğiyle hikâyeye ayrı bir boyut kazandırır. Romanın ilk bölümünde Don Kişot, dünyayı olduğu gibi görmek yerine, kendini efsanevi bir şövalye hikâyesinin başkahramanı olarak hayal etmeyi tercih eder. Ancak Salvador de Madariaga’nın Guía del lector del Quijote adlı eserinde belirttiği gibi, hikâye boyunca "Sancho’nun ruhu gerçeklikten hayale yükselirken, Don Kişot’unki ise hayalden gerçeğe doğru alçalır."
Bu kitap, edebiyat dünyasında derin bir etki bıraktı; Alexandre Dumas'ın Üç Silahşorlar (1844)[8] ve Edmond Rostand'ın Cyrano de Bergerac (1897) eserlerindeki doğrudan göndermeler bunun en açık kanıtıdır Mark Twain, kitabın "ortaçağ şövalyelik saçmalığına duyulan hayranlığı dünyadan silip süpürdüğünü" söyleyerek ona duyduğu hayranlığı dile getirdi.Pek çok eleştirmen tarafından tüm zamanların en büyük edebi eseri olarak kabul edilmektedir.
Cervantes, çalışmalarını dilin Orta Çağ biçimi olan eski İspanyolca'dan bolca örnekleme yaparak modern İspanyolca dilinde yazdı. Temmuz 1604'te Cervantes, eserin ilk bölümünün haklarını bilinmeyen bir meblağ karşılığında yayıncı Francisco de Robles'a sattı.[11] Basım ruhsatı Eylül'de verildi, basımı Aralık'ta tamamlandı ve kitap 16 Ocak 1605'te çıktı.[12][13]
Eserin satış başarısı, korsan basımlara zemin hazırladı. 1614 yılında gizemli bir yazar tarafından Avellaneda mahlasıyla sahte bir ikinci bölüm yayınlandı. Bu gelişme, Cervantes'i gerçek bir ikinci bölüm yazmaya teşvik etti ve yeni sahte kitapların önüne geçmek niyetiyle olay örgüsünde Don Kişot'u öldürdü. Bu ikinci eser Cervantes'in ölümünden bir sene önce, 1615 yılında yayınlandı.
Cervantes, hakikatte öyle olmadığı halde, ünlü kişilere atfedilerek, süslü sözlerle doldurulmuş olan ve böylece yazarının aslında okura karşı sahtekarlık yapmış olduğu dönemin şövalyelik romanlarını eleştirir. Ona göre bu tür hilekâr tutumlar yerine, yazar özgün olabilmeli ve bu uğurda gerektiğinde yerleşik kalıplarla kavga ederek ve okuru aldatmaksızın ona ulaşabilmelidir.