BİR EŞEK ÖYKÜSÜ

          BİR EŞEK ÖYKÜSÜ

Antik Yunan döneminde (MÖ 620-560 yılları arasında) Ege'de yaşayan

                              BİR EŞEK ÖYKÜSÜ 

 

                  Antik Yunan döneminde (MÖ 620-560 yılları arasında) Ege'de yaşayan

ünlü masalcı Ezop'un iki bin altı yüz yıldır canlılığını yitirmeyen öyküsü:

Bir inek, bir beygir, bir eşek, etrafa dağılıp insanların ne yaptıklarını

öğrenmeye ve üç yıl sonra buluşmaya karar verirler…

Her biri başka yöne gider.

Aradan üç uzun yıl geçtikten sonra buluşma yerine önce inek ve beygir gelir…

İkisi de perişan bir halde, zayıflamış, dişleri dökülmüş, kamburları çıkmış,

adeta çökmüştür.

Beygir merakla sorar: “Nedir bu halin inek kardeş?”

İnek acıklı bir şekilde içini çekerek anlatır: “Sorma beygir kardeş… Bu insanlar çok merhametsiz…Beni durmadan birbirlerine sattılar. Alan sütümü sağdı. Bir inek daha bulup onu yanıma koyarak bizi çifte koştular, aç bıraktılar. Canımı zor kurtardım be kardeş.'

Beygir de acı acı başını sallayarak anlatır: “Ah, sorma… Benim de ağzıma bir demir parçası geçirdiler, ağzımı açamadım. Üzerime bindiler, ses çıkaramadım. Biri indi, öbürü indi! Binmedikleri zamanlar zincire vurdular. Belim çöküp de onları taşıyamaz bir hale geldiğimde arkama kocaman bir araba bağladılar. Bu sefer birçoğunu yeniden taşımaya başladım. Ben onları taşıdıkça, daha hızlı gitmem için kırbaçladılar. Canımı zor kurtardım inek kardeş.”

İnek ve beygir böyle konuşurken uzaktan eşek görünür.

Hayli neşelidir. Islık çala çala, taşlara tekme ata ata, hoplaya zıplaya gelir.

Mutludur. Üstelik şişmanlamıştır. Tüyleri pırıl pırıl parlamakta, gözlerinin içi gülmektedir. Üzerinde lacivert takımlar vardır.

İnek ile beygir şaşırmış bir şekilde; “Nedir bu halin? Neler oldu?Neden böyle zevkten dört köşesin?”diye sorarlar.

Eşek keyifli bir şekilde anlatır: “Sizden ayrıldıktan sonra uzakta bir memlekete vardım.

Birisi yukarı çıkmış bağırıyor, bağırdıkça insanlar onu alkışlıyordu. Ben de yüksekçe bir yere çıkıp bağırdım. Benim bağırmamı bilirsiniz, yeri göğü inletirim. Sesimi duyan benim yanıma koştu, duyan duymayana haber verdi, etrafım insanla doldu. Onlar geldikçe ben daha çok bağırdım. Haktan, hukuktan, refahtan, adaletten filan bahsettim…”

“Eee, sonra ne oldu?”

“Ne olacak beni başkan seçtiler!”

“Deme yahu.. Yani sen başkan mı oldun?”

“Evet… Bir şey yapmama gerek kalmadı. Ben bağırdıkça onlar 'Seninle gurur duyuyoruz' diye alkışladılar. Ben de yedim ve bağırdım, yedim ve bağırdım!”

“Pekiii, senin eşek olduğunu anlamadılar mı yahu?”

“Valla, yarısı anladı ama diğer yarısına anlatamadı!”

                             ***

 

                                     UMUT                                     

 

                       Pers Sultanı, iki adamı ölüme mahkum etmiş. Sultanın atını ne kadar sevdiğini bilen mahkumlardan bir tanesi, hayatını bağışlarsa bir yıl içinde ata uçmayı öğretebileceğini söylemiş.

Kendini dünyadaki tek uçan ata binerken hayal eden Sultan bunu kabul etmiş.

Diğer mahkum inanmayan gözlerle arkadaşına bakmış ve “Atların uçamayacağını biliyorsun. Nasıl olup da böyle delice bir fikirle çıkabildin ortaya?.. Yalnızca kaçınılmazı geciktiriyorsun o başka.” demiş.

“Pek değil” demiş birinci mahkum, “Kendime dört ümit kapısı açıyorum. 

Birincisi: Sultan bu yıl ölebilir. 

İkincisi: Ben ölebilirim. 

Üçüncüsü: At ölebilir. 

Dördüncüsü: Belki de ata uçmayı öğretebilirim!.. “

 

Alıntı

 

                                                         YAZILI KAĞIDI 

                               

                      Bir gün öğretmenler odasında sınav kâğıtlarını okuyordum. Bir yandan da kız öğrencilerin yanlış olan cevaplarını silip, sınıfı geçecek notu alacak şekilde düzeltiyordum.

Öğretmenler odasına giren bir beyin bu durum dikkatini çekti. Niçin kız öğrencilerin sınav kâğıtlarını değiştirdiğimi sorduğunda cevabım şu oldu:

‘Bu kızlar eğer sınıfta kalacak olurlarsa babaları okuldan alıp 12-13 yaşında evlendirecek. Fakat sınıflarını geçerlerse o yaşta evlenmekten kurtulup eğitimlerine devam edecekler.

Yarım saat kadar sonra okul müdürümüz beni yanına çağırdı. Öğretmenler odasında ne yaptığımı sordu. Sınav kâğıtlarını okuduğumu söyleyince,

Müdür: ‘Peki bir bey gelmiş yanına ona ne söyledin’

diye sordu.

Öğretmen Okulundan yeni mezun olmuştum. İdealist bir yapıya sahiptim. Gençliğin verdiği güçle biraz sinirli bir şekilde ‘Size beni mi şikâyet etti o bey’ diye sordum.

Müdür bey hayır dedi. O beyin müfettiş olduğunu yanına gelip kendisine ‘Müdür bey benim sizi teftiş etmeme gerek yok sizin zehir gibi gencecik öğretmenleriniz var kendisine teşekkürlerimi iletin’"

dediğini söyledi.

Alıntı

 

 

                                         NEYE NİYET, NEYE KISMET 

                                                   

                    Zengin bir iş adamı, hafta sonu tatilini bir kayak merkezinde geçirmek istemiş.

Ve orada kaldığı günlerden bir gün, kayma niyetiyle dışarı çıktığında, yoğun bir tipi yüzünden kaybolmuş.

Telefonlar çekmiyormuş o civarlarda, bu yüzden de kimselere ulaşamamış.

Önce biraz yükseklere tırmanmayı denemiş, her tarafı rahatça görmek için ama, tipi oralarda daha da şiddetliymiş.

Sonra tekrar aşağıya yöneldiğinde, kendisini ormanlık bir alanda bulmuş..!

Hava yavaş yavaş kararıyormuş,

beyaz görmekten yorulan gözleri gibi. Uzaktan kurt sesleri duyduğunda, korkuya kapılarak paniklemiş.

Mağara bile olsa, bir yerlere sığınması gerekiyormuş.

Etrafına bir kez daha göz gezdirince, ormanın alt yamacında zayıf bir ışık görmüş.

Bazen sönecek gibi titreyen zayıf bir ışık.

Adam son bir gayretle, bata-çıka, düşe-kalka o yöne doğru koşmuş.

Birkaç yüz metre ötede tomruklardan yapılan bir kulübe varmış.

Kapısının üstüne bir fener asılan, bacasından incecik bir duman yükselen…

Adam, yarı donmuş elleriyle kapıyı çalmadan önce, kapı otomatik gibi açılıvermiş..! 

Bir ihtiyar çıkmış gülümseyen bir yüzle,

en az seksen yaşında, belki de doksan. Gelen misafirini, oğlu gibi kucaklayıp içeri almış ve kuzinenin yanındaki bir sedire oturtmuş.

Zengin adam, konuşmakta zorlanıyormuş. Biraz açıldığında:

“Geldiğimi nasıl bildiniz?” diye sormuş. “Kapıyı çalmadım ki? üstelik de şiddetli bir fırtına vardı.”

Yaşlı adam, onun sırtını sıvazlayıp:

“Sizi bekliyordum” diye tebessüm etmiş. “Pencereden gözleyip duruyordum.

Bu yüzden de o feneri dışarı astım.”

Adamın aklı iyice karıştığından, susmayı tercih etmiş.

Zaten oldum olası bu tür hassas konuları pek anlamazmış.

İhtiyar devam edip:

“öğle vakti çorba yapmak istedim” demiş. “Tarhanayı sakladığım torba elimden kaydı, tencereye iki kişilik tarhana döküldü.

Her zaman yaptığım ekmek, bugün iyice kabarıp bir kat daha büyüdü.

Üç tavuktan sadece biri yumurtlarken, bugün iki tanesi yumurtladı.

Anladım ki akşama bir misafirim var.”

Yaşlı adam feneri içeri alırken, diğeri susuyormuş. Ona göre bunlar bir tesadüfmüş, biraz nadir görülse de pek önem taşımayan. Bulunduğu yerden etrafına bakınmış.

Oturduğu sedirin alt kısmında, yani yerde duran bir ahşap masanın üstünde iki tabakla birlikte iki de kaşık varmış.

İki de bardak tabi.

Yaşlı adama onları işaret edip:

“Galiba eşiniz de evde” demiş.

“Herhalde üst katta öyle değil mi?”

İhtiyar gülümseyip:

“ Eşim yirmi yıl önce vefat etti” demiş. “çocuklar da burayı terk ettiler. Kısacası yalnızım.

Sofrayı sizin için hazırladım.

Hemen geçelim de çorbamız soğumasın.”

Zengin adam iyice afallayıp, ihtiyara farklı bir gözle bakmaya başlamış.

“Tesadüf” dediği şeylere de tabi ki…

çorbayı büyük bir iştahla kaşıklarken, pencereden dışarıya bir göz atarak:

“Fırtına bir anda kesildi” demiş.

“Hava da açtı ama ayaz başladı.

Burayı bulmasaydım, kesinlikle donardım. Oysa bu akşam otelde eğlence vardı.

Harika bir ziyafet çektikten sonra, havai fişekler atılacaktı.

Daha sonra sıcacık bir odaya geçip,

dev ekrandan televizyon seyredecektim. Ama buna da şükür, az kalsın ölecektim.”

Yaşlı adam, yer masasını göstererek:

“Seni hayata bağlayan bir dilim kuru ekmek, en lezzetli yemeklerden daha iyidir” demiş.

“ Bence tarhana çorbası hiç de fena değildi. Yağda yapılan yumurta da öyle.

Diğer eksiklikleri de tamamlarız.”

“Diğer eksikler” lafına gülmüş genç adam. Bu daracık kulübeyle o lüks otel arasında dağlar kadar fark varmış, etrafını çevreleyen sarp dağlar kadar.

Ama ses çıkarmamış, ne de olsa misafirmiş bu garip yerde.

Karınları doyunca, yaşlı adam onu çatı arasına çıkarmış.

Oradaki küçücük bir odaya…

Çatı üstünde bir metre kar olsa bile, içerisi sıcacıkmış, belki otel odasından daha da sıcak.

“Kuzinenin bacası, bu odadan geçer” demiş ihtiyar adam.

“Zaten yorganın da tiftikten yapılmıştır. Merak etme üşümezsin, hatta belki terlersin.”

Odanın orta yerinde ahşap bir karyola bulunuyormuş. Hem de iki kişilik, bir zamanlar ihtiyarın eşiyle paylaştığı…

Onun ayakucunda da büyükçe bir pencere.

İhtiyar adam, dantellerle süslü perdeleri açarken:

“İşte bu da televizyonun” demiş.

“ üstelik de dev ekran.

Arkada gördüğün dağlar bu civarın en güzel dağlarıdır.

Eğer dikkat edersen, ayın yakamozlarını dağdan akan şelalede görebilirsin.”

Zengin adam, yatağa oturarak dışarıyı seyretmeye koyulmuş.

İnanılmaz güzellikte bir mehtap varmış. İhtiyar adam, önce kutup yıldızını göstermiş ona, kaybolan insanlara yol gösteren.

Tarif etmiş onun nasıl bulunduğunu.

Sonra gökyüzünde bir yer işaret etmiş, adeta ışıktan bir nehir oluşturan,

“Saman Yolu” adıla şöhret bulan.

Zengin adam, belki hayatı boyunca hiç dikkatle bakmadığı gökyüzüne bakarken, ihtiyar ona kayan bir yıldız gösterip:

“Bu günlerde meteor yağmuru var” demiş. “Dikkat et de yıldızlar düşmesin üstüne. Oteldeki havai fişek gösterisi, bunların yanına sönük kalmaz mı?”

Zengin adamın gözleri hala yıldızlardaymış, biraz farklı bakıyormuş artık dünyaya. Anladığı kadarıyla “mutluluk” denen iksir, bakmaktan çok görmesini bilenlerinmiş. Odadaki gaz lambasını işaret ederek:

“Bu feneri her akşam, dış kapının üzerine asmalısınız” demiş.

“Benim gibi cahilleri buraya çekip,

ruhlarını aydınlatmaya sebep olsun.”

 

                                         KARGA VE KARINCA 

 

Karga hastalandığında… Karıncaları yardıma çağırır.

Şaşırtıcı gelebilir, ama bu tamamen doğru. Kendini iyi hissetmeyen bir karga, yere iner, bir karınca yuvasının yanına kanatlarını açarak durgun bir şekilde bekler.

Karıncalar, merakla ya da rahatsızlıkla etrafa doluşur, kargayı istila eder gibi görünürler. Ancak kuş kaçmaz. Hatta kıpırdamadan bekler. Peki neden?

Çünkü karıncalar formik asit salgılar; bu doğal kimyasal, karganın vücudundaki mantar, bakteri ve parazitleri uzaklaştırmaya yardımcı olur. Böylece karga, bağışıklığını tehdit eden mikro organizmalardan arınır.

Doğanın sessizliğinde uygulanan bu ritüel, ataların bilgeliğini hatırlatan kadim ve kesin bir davranıştır.

Belki de bazen en derin bilgi, söylenmeyenlerdedir.

 

                             “BREMEN MIZIKACILARI 

 

                  BU masal, yaşlı bir eşek, bir köpek, bir kedi ve bir horozun hikayesini anlatır. Her bir hayvan, sahiplerinden kötü muamele gördükleri için evlerinden kaçmaya karar verir. Bremen’e gitmek amacıyla yola çıkan bu hayvanlar, müzisyen olma hayali taşırlar.

Yolda tesadüfen bir araya gelen bu hayvanlar, birbirlerine yardım ederek çeşitli zorlukların üstesinden gelirler. 

Bir gün, bir grup hırsızın evine rastlarlar. Hırsızların dikkatini çekmek için birbirlerine sırt sırta vererek korkutucu bir görüntü oluştururlar. Bu planları başarılı olur ve hırsızları kaçırarak evlerini ele geçirirler.

Bremen Mızıkacıları, pek çok farklı kültürde ana tema ve karakterleriyle günümüze kadar 

                                      ***

 

               

                                                      BÜYÜK İNCİ 

 

                      İngiltere Kraliçesi'ne dev bir inci hediye edilmiş. Kraliçe taca takılmayacak kadar büyük bu incinin delinerek, tahtın arkasına asılmasını istemiş. Ancak İngiltere'deki bütün kuyumcular, böyle nadir bir inciyi delerken kırılmasından korkarak bu işe yanaşmamışlar. İnci, Fransa başta olmak üzere pek çok ülkenin kuyumcularına götürülmüş ama hepsi de aynı gerekçeyi ileri sürüp inciyi delmeye yanaşmamışlar. Neden sonra bir deniz subayı İstanbul'da Kapalıçarşı'da bu işi yapabilecek nitelikte ustaların olduğunu söylemiş. Bir heyet hazırlanmış, İstanbul'a gidip Sultanın huzuruna çıkmışlar. Sultan bir tercüman vermiş heyetin yanına ve Kapalıçarşı'ya göndermiş. Tercüman, çarşıda köhne bir dükkâna sokmuş heyeti. İçeride ak saçlı ustaya durum anlatılmış. 

Ne çare ki usta diğer meslektaşlarının söylediğinin aynısını söyleyince heyet hep birlikte sızlanmaya başlanmış "Kraliçe bizi mahvedecek" diye. Usta heyetin çaresizliğine acımış,"Bakın efendiler, demiş. "Sorumluluk kabul etmem ama bende bir çırak var, belki bu işi o yapabilir. Ama diyorum ya sorumluluk kabul etmem." Heyettekiler çaresiz, "olur" demiş. Usta seslenmiş:

- Oğlum Veli, bir bak hele...

Arka taraftaki perde aralanmış. Elinde bir matkapla 13-14 yaşlarında bir çocuk çıkmış.

Usta:

- Oğlum demiş, hele şu inciyi bir del bakalım.

Bu sözü duyan Veli hiç düşünmeden elindeki matkabı inciye daldırmış. İnci tam ortasından delinmiş. Heyet sevinç içinde ustaya dönmüş:

- Ya usta bu nasıl iş, dünyanın en ünlü kuyumcularının yapamadığı bu işi bu çocuk nasıl yapar?

Usta bir heyete bakmış, bir de Veli'ye ve soruyu cevaplamış:

- Efendim, O HADDİNİ BİLMEZ!