Bedevi’nin Duası
Hz. Ömer (r.a.) Resûlullah (s.a.v.)’in kabrini ziyaret eder. Kabri önünde bir bedevinin dua ettiğini görür ve arkasında durup duasını dinlemeye başlar.
Şöyle dua etmektedir bedevi: “Yâ RABBİ.! Bu senin Habib’in, ben de kulunum. Şeytan da düşmanın. Eğer beni bağışlarsan Habib’in sevinir, kulun kazanır, düşmanın üzülür.
Beni bağışlamazsan Habib’in üzülür, düşmanın sevinir, kulun helak olur.
Yâ RABBİ.! Sen Habib’ini üzmekten, düşmanını sevindirmekten, kulunu helak etmekten daha cömertsin.
Yâ RABBİ.! Araplar arasında asil insanlar vefat ettiklerinde kabri başında kölesini azat etme geleneği vardır. İşte Alemlerin Efendisi vefat etti. Kabri başında Beni cehennemden âzât et”. Bunun üzerine Hz. Ömer avazı çıktığı kadar: “Yâ RABBİ.! Bu Bedevi’nin Senden istediğini ben de istiyorum” diye bağırır.
Sakalı ıslanıncaya kadar hıçkıra hıçkıra ağlar. Bedevî dayanamaz ve:
“Ey Müminlerin Emiri! Sen de mi ağlıyorsun!” der
****
DİLENCİ OLARAK ANILMAKTANSA
Enes b. Mâlik’in anlattığına göre, Medineli bir sahâbî birkaç kez Hz. Peygamber’e gelerek ihtiyacını dile getirmiş ve her defasında o cömert Peygamber’den karşılıksız ikramlar alarak evine dönmüştü.
Bir gün yine bir şey istemeye geldiğinde Allah’ın Elçisi (sav), “Evinde hiçbir şeyin yok mu?” diye sordu.
Sahâbî, “Hayır, evimde sadece bir örtü var. Bunun bir kısmını elbise olarak kullanıyor, diğer kısmını da evde altımıza seriyoruz. Bir de su içtiğimiz bir bardak var.” diye dert yandı.
Bunun üzerine Sevgili Resûl, “Onları bana getir.” diyerek onu evine gönderdi.
Sahâbî hemen evine gitti ve bahsettiği eşyaları getirdi.
Resûlullah (sav) onun getirdiği eşyaları eline alarak orada bulunanlara, “Kim bunları satın almak ister?” diye sordu.
Topluluk içinden birisi, “Ben onları bir dirhem karşılığında alırım.” diyerek öne çıktı.
Allah Resûlü (sav) iki veya üç defa, “Kim bir dirhemden fazla verir?” diye sorunca bir başka sahâbî, “Ben iki dirhem veririm.” diye ortaya atıldı.
Bunun üzerine Hz. Peygamber, adamın getirdiği eşyaları iki dirhem karşılığında satın almak isteyene verdi.
Alışveriş sonucu kazandığı iki dirhemi de adama vererek, “Bu dirhemlerin birisiyle yiyecek satın al ve ailene götür. Diğer dirhem ile de bir keser satın alıp yanıma gel.” dedi.
Sahâbî keseri getirince Allah Resûlü ona bizzat kendi eliyle bir sap taktı ve keseri ona uzatarak, “Git, bununla odun topla ve sat. Seni on beş gün boyunca da görmeyeyim.” diye tembihledi.
Medineli sahâbî, Allah’ın Elçisi’nin bu emri üzerine hemen gitti ve çalışmaya koyuldu.
Günlerce odun toplayıp sattı. On beş gün sonra, on dirhem biriktirmiş olarak çıkageldi.
Çarşıda kazandığı paranın bir kısmı ile elbise, geri kalanı ile de ailesine yiyecek satın almıştı.
On beş gün önce muhtaç bir hâlde yanına gelen ve ailesini geçindirmeyi bilemeyen bu sahâbînin ekmek parasını kazanmayı başardığını gören Resûlullah (sav), ona şu çarpıcı öğüdü verdi:
“Bu (şekilde çalışarak başkalarına muhtaç olmadan geçinmen) senin için, kıyamet gününde yüzünde dilencilik lekesi ile gelmenden daha da hayırlıdır.”
*****
Padişahın kızı ve Çoban
Padişahın kızına gönlüne kaptıran genç çoban gece gündüz kızı düşünür. Derdini kimseye anlatamaz olmuştu.
–Ne haldesin, sana ne oldu? diyenlere mahzun bir tebessümle bakar, hiçbir şey söylemezdi. Onun bu hali çevresinde bulunan herkesi merak içinde bırakmıştı. Onun derdini birlikte çobanlık yaptıkları yakın arkadaşından başka kimse bilmezdi. İki arkadaş gündüzleri köyün koyunlarını güder, geceleri de kaldıkları tek oda bir kulübede yaşarlardı.
Günlerden bir gün, günlük işlerini yapmış, kulübelerine dönmüşlerdi. Aşık olan çoban her zamanki gibi kulübelerinin az ilerisindeki bir kaya parçasının üzerine oturmuş, yaşlı gözlerle güneşin batışını izlemektedir. Diğer çoban da akşam yemeği için hazırlık yapmaktadır. Tam bu esnada kulübelerinin önüne gelen bir ihtiyarın sesi duyulur.
–Hey delikanlı!
Aşık çoban ihtiyarı duyacak durumda değildir. İhtiyar birkaç defa seslenir ama aşık çobanın duyacağı yoktur. Dışarıdan gelen sesi işiten diğer çoban kulübeden dışarı çıkınca ihtiyar bir adamla karşılaşır.
–Buyrun efendim! Bir şey mi istediniz?
İhtiyar:
–Evladım! Ben yolcuyum, susadım, bana içecek biraz su verir misin?
Genç içeri girer, su kabını eline alarak ihtiyara verir. İhtiyar bir yandan suyu yudum yudum içerken, bir yandan da ileride duran genci görmüş ve dikkatini çekmiştir. Birkaç defa seslenmesine rağmen sesini duyuramadığından sağır mıdır diye de merak eder.
İhtiyar sorar:
–Arkadaşın hasta mıdır?
Genç:
–O gecelerini uykusuz geçirmektedir. Kendine bakmıyor, yemesi, beslenmesi çok düzensiz… Kızdan başka hiçbir düşüncesi yok. Uykusu kız, yemesi kız, içmesi kız, çevresi kız, onun her şeyi kız olmuş… Aşk bu olsa gerek.
Genç çobanı dikkatle dinleyen ihtiyar sorar:
–Arkadaşın kime âşık olmuş?
Çoban:
–Padişahın kızına.
İhtiyar şaşkındır, az ileride konuşmalardan habersiz bir kaya parçasının üzerinde oturan gence baktı. Saçı sakalı birbirine karışmış, zayıf çelimsiz bir genç hali vardı.
Aşık çobanın arkadaşı:
–Efendim! Ben ona çok söyledim. Sen kim, padişahın kızı kim? Senin neyine padişahın kızına âşık olmak, ama dinletemedim.
İhtiyar:
–Çağır bakalım şu âşık çobanı da bir de onunla konuşalım.
Genç çoban arkadaşının yanına gider ve birlikte ihtiyarın yanına dönerler. Aşık çoban ihtiyarın yanına gelince, durumun çok daha vahim olduğu gözlerden kaçmamıştır. Genç çobanın ayakta duracak takati yoktur.
İhtiyar:
–Evladım bu halin nedir? Üzülme, çaresi olmayan dert, şifası olmayan hastalık yoktur, dedikten sonra derin düşüncelere dalar gider. Kısa bir sessizlikten sonra, ihtiyar, çobanlara yere oturmalarını söyledikten sonra anlatmaya başlar.
Kapılarına kadar gelen bu alim zat, devrin padişahının danışmanlarından biriymiş. Uzun yıllardır, padişah her sıkıntıya düştüğü meselede ilk danıştığı bu ihtiyar alim olurmuş. Padişah bu ihtiyarı çok sevmiş, onu kendine danışman yaparken bir istekte bulunmuştu: “Benim danışmanım olduğunu kimseye söylemeyeceksin, falanca dağın eteğinde bir kulübede yaşayacaksın, ben seni çağırınca geleceksin.” O zamanlar genç olan bugünün ihtiyarı, padişahın talebini kabul etmiş ve yıllardır dağın eteğindeki kulübesinde tek başına yaşıyor, boş zamanlarını da gül satarak geçiriyordu. Padişahın onu sevdiği gibi o da padişahı çok seviyordu. Bu yaşantıya sırf padişahı sevdiği için katlanmıştı.
İhtiyarı dinleyen gençler şaşkındır, hele aşık çoban şaşkınlıkla birlikte içinde ümit ışıkları yanmaya başlamıştır. Nihayet padişahla yakınlığı olan birine rastlamıştır.
Aşık genç sorar:
–Benim derdime bir çare bulabilir misin?
İhtiyar alim:
- Dediklerimi harfiyen yaparsan elbette demiş.
Aşık genç hemen:
- Elbette demiş her şeyi hemde ne istersen her şeyi yaparım demiş, çok zayıf olan ümitlerinin yeşermesiyle sevinçten birden canlanmış, yüzüne tekrar renk gelmiş ve can kulağı ile dinlemeye başlamış.
İhtiyar alim:
–Benim kaldığım kulübenin üst kısmında bir mağara var, sen oraya çekileceksin. Kırk gün hiç dışarı çıkmadan Allah, Allah diye zikirde bulunacaksın. Ne duyarsan duy, ne görürsen gör vazgeçmeyeceksin, sana gelenlere itibar etmeyeceksin, hatta padişah bile gelse, dünyayı sana teklif etseler dahi itibar etmeyeceksin işte o zaman muradın gerçek olacak.
Her şeyi yapmaya hazır olan aşık genç iyice şaşırmıştır, bu iş bu kadar kolay mıdır?
Aşık genç:
–Gerçekten bu kadar kolay mı? Ben şimdi elime tespihimi alacağım, mağarada kırk gün Allah lafzı celili ile zikir çekeceğim, sonra sevdiğime kavuşacağım, öyle mi?
İhtiyar alim:
–Evet, bana inan ve dediklerimden çıkma yeter demiş sadece.
Çoban sabahı beklemeden, arkadaşıyla vedalaşarak ihtiyarla birlikte hemen yola koyulur. Birlikte yol alırken çobanın morali yükselmiş, yüzüne renk, ayaklarına kuvvet gelmişti. İhtiyar, çobana mağaranın kapısına kadar eşlik eder. Kapıda çoban ile ihtiyar vedalaşırlar. Çoban hemen içeri girer ve Allah zikrine başlar. Niyetini padişahın kızına, dilini de Allah’ın zikrine yöneltir.
Aradan birkaç gün geçmiştir, çoban zaruri ihtiyaçlarının dışında sadece zikirle meşgul olmaktadır. Çoban mağarada zikirle meşgul olurken, civar köylerde bir söylenti kulaktan kulağa dolaşmaya başlamıştır bile. Herkes birbirine şöyle diyordu: “Şu dağdaki mağaraya keramet ehli bir derviş yerleşmiş, gece gündüz zikirle meşgul olmaktadır.” Söylenti artarak devam etmiş, sadece yakın köylere değil, zamanla kasabaya, oradan da ülkenin her tarafına yayılmış. Söylenti her yayılışta, bire bin katarak abartılıp çobana birçok kerametler izafe edilir.
Çobanın mağaraya çekilmesinin üzerinden bir ay geçmişti ki, bir gün arkadaşı çoban onu ziyarete gelir. Mağaradaki kendini zikre o kadar vermişti ki, arkadaşının geldiğini fark etmemiştir. Seslendikten sonra ancak kendine gelebilmiştir. Kısa bir hasret gidermeden sonra, arkadaşı mağaradan ayrılır ve çoban zikre devam eder.
Kırk günün dolmasına üç–beş gün kalmıştı ki, çobanın şöhreti bütün ülkeye yayıldı. O kadar duyuldu ki; sarayda bile konuşulur olmuştu. Derken padişah da derviş haberini duyar. Bir gün padişah vezir ile bu meseleyi konuşur.
Padişah:
–Böyle Allah dostlarının yanımızda olması bize çok büyük faydalar sağlar.
Vezir:
–Sultanım! Elimizi çabuk tutalım, zikir ehli bir yerde fazla durmaz, onlar dünyayı dolaşırlar, bu dervişi saraya alıp, burada ikamet ettirelim.
Padişah:
–Güzel düşündün, var git dervişi al saraya getir.
Padişahtan talimatı alan derviş doğruca dağın yolunu tutar. Yanındakilerle birlikte çobanın yanına varır. Durumu çobana anlatır, çoban teklifi kabul etmez. Çoban direkt olarak padişahın kızını kendisine teklif edileceğini bekliyordu. Vezir, çobanı padişaha götürmek için her ne teklif yaptıysa, kabul edilmez. Üzgün bir şekilde saraya döner.
Padişah, vezirinden olanları öğrenince üzülür.
Vezir:
–Sultanım! Allah dostları dünya malına değer vermez. Derviş Efendi de bunun en güzel örneği oldu, der.
Vezirini dinleyen Padişah, bir de kendisi gitmeye karar verir. Hazırlık yaptırır ve yola çıkarlar. Padişah dağdaki çobana giderken ihtiyar danışmanına haber salmış, onu da yanına almıştı. Padişah mahiyeti ile çobanın bulunduğu mağaranın kapısına gelir.
Tevafuk bu, padişahın mağaraya geldiğinde çoban inzivadaki kırkıncı gününün içindeydi. Padişah, zikir halindeki çobana tekliflerini yapar. Çoban sessizce dinler, padişah bitirince, çoban zayıf ve kısık bir sesle “hayır istemem” der.
Padişah da, mahiyeti de şaşkındır. Bu teklifler öyle kolay kolay reddedilecek teklifler değildir. Orada bulunanların hiçbiri bu işe bir anlam veremez. Herkes bu durumu aşık çobanın maneviyatının yüksekliğine bağlar. Padişahı reddetmesi, çobanın itibarını kat kat arttırmıştır. Orada bulunanların içinde işin özünü bilen, sadece ihtiyardır.
İhtiyar danışman padişaha der ki:
–Padişahım! Bu derviş Efendiyi kızınızla evlendirirseniz, amacınıza ulaşırsınız.
Padişah:
–Kabul eder mi?
İhtiyar:
–Edebilir, bir deneyelim, der.
Dünya malına meyletmeyen böyle bir dervişi kendi tebasına almak fikri padişahın hoşuna gider. O sırada padişahın mağaradaki dervişi ziyaret ettiği haberi çevre köy ve beldelere ulaşmış, haberi duyan dağa akın eder. Kısa zamanda dağda kalabalık bir insan topluluğu meydana gelir.
Padişah ile ihtiyar danışmanı arasında bu konuşma geçerken, gün akşam olmuş, güneş batmak üzeredir. Aşık çobanda huşu içinde zikrine devam etmektedir. Padişah ve danışmanı dervişe doğru ilerlerler.
Padişah bu teklifi yaparken, aşık çobanın çoban arkadaşı da mağaranın kapısına kadar gelebilmiş, sevinci yüzünden okunuyordu. Arkadaşı kaç yıldır hasretini çektiği sevdiğine kavuşacaktı. İhtiyar da umutluydu, çobanın bu mağaraya hangi gaye için kapandığını biliyordu.
Mağaranın kapısında çobana öneriyi yapar:
–Derviş Efendi, seni kızımla evlendireyim.
Bunu duyan çobanın arkadaşı da, alim ihtiyarda çobanın hemen kalkıp teklifi kabul etmesini beklerken, çok farklı bir durum olmuştu.
Çobandan gelen ilk tepki bu sefer çok yüksek bir sesle Allah (c.c) lafzı duyulmuştu ve çoban ayağa fırlamıştı. Padişah bu teklifi yaptığında güneş batmış, ufukta batan güneşin bıraktığı kızıllık vardı. Bu sesle Padişah da dahil herkes teklifi kabul ettiğini düşünmüştü ama çoban elindeki tespihi yavaşça cebine koydu ve yerine oturdu.
Herkes pür dikkat ne diyeceğini beklerken,
Çoban:
–Hayır padişahım, kızınızla da evlenmek istemiyorum.
Şaşırmak sırası, ihtiyar danışmanda ve çobanın arkadaşındaydı. Nasıl olur? Çoban bu mağaraya padişahın kızını alabilmek için kapanmıştı.
Dağ derin bir sessizliğe bürünmüştü. Herkes hayret içindeydi, bu dervişin gerçek manada Allah dostu olduğuna kimsenin şüphesi kalmamıştı. Çünkü ona yapılan teklifleri kimse reddedemezdi. Hele çobanın arkadaşı bu işe iyiden iyiye şaşırmıştı. Öyle ya Padişahın kızını elde edebilmek için neler çekmişti, neredeyse hayatını kaybedecekti. Şimdi ise bunu elde etti, ama kabul etmiyordu.
Aşık çoban üzgün bir eda ile kafasını iyice eğerek. Ben sadece kırk gün padişahın kızına kavuşmak için Allah dedim. Rabbim ise buna rağmen zikrinin hürmetine padişahı, mahiyetini ve hayal edemediğim kadar mal varlığını, ayrıca şu kadar insanı ayağımın önüne serdi.
Ben ne yanlış yoldaymışım. Keşke ben padişahın kızı için değil de, Allah için "Allah" demiş olsaydım demiş ve birkaç defa daha yüksek sesle Allah Allah diye zikrederek son nefesini vermiş..
****
Hz.Cebrail'i Ağlatan İki Olay
Bir bayram günü Peygamber Efendimizin torunları Hz.Hasan'la Hüseyin'in elbise istediği rivayet edilir.
Peygamber Efendimiz yoksul… Damadı Hz Ali ve kızı Hz Fatıma fakir Hz.Cebrail'in bile gözünü yaşartan güzide torunların bu isteği iki tane bembeyaz kumaştan elbiseyi Peygamber Efendimize hediye etmesiyle neticelenir. Ama çocuklar pek memnun kalmazlar ve "keşke renkli olsaydı" diye ağlamaya başlarlar.
Torunları Hasan ve Hüseyin’in elbisenin rengini beğenmemesi üzerine Peygamberimiz HzCebrail'e bakar Hz Cebrail Efendimiz'e "su atın üzerine Efendim çocuklar hangi rengi istiyorsa o renge bürünsün" der. Efendimiz elbiselerin üzerine biraz su serptiğinde HzHasan'ın elbisesi sarıya Hz Hüseyin'in elbisesi kırmızıya dönüşür Hz
Cebrail ağlamaya başlar.Peygamber Efendimiz bunun üzerine "Çocuklar memnun kaldılar Niye ağlıyorsun ki?" der HzCebrail "Ne acı ki Hz Hasan ileride zehirlenerek vefat edecek Hz Hüseyin al kanlarla öbür âleme yürüyecek". Bu renkler onun rengidir.
Taberani'nin Mu'cemu'l-Evsat'ta belirttiğine göre Enes bin Malik (RA)'dan şöyle rivayet edilmiştir: Bir gün Hz
Cebrail alışılmışın dışında bir saatte Hz Peygamber (SAV)'e geldiğinde yüzünün rengi iyi değildir. Hz Peygamber kendisine: "Niye yüzünün renginin uçuk olduğunu" sorduğunda Hz Cebrail şöyle der; “Cehennem ateşinin kabir azabının her şeyden ağır olduğunu bilen kimsenin bunlardan emin olmadıkça (yani oraya girmeyeceği garanti olmadıkça) yüzü gülmemelidir" der.
Bunun üzerine Hz Peygamber (SAV) Cebrail'e: "Ey Cebrail! Bana cehennemi anlat" der. Cebrail yüreklere korku salan müthiş şeylerden bahseder Bunun üzerine Peygamber Efendimiz"Bu kadar yeter daha anlatma! Nerdeyse kalbim parçalanıp öleceğim" der ve ağlamaya başlar.
Fakat Cebrail'e bakınca onun da ağladığını görür. Bunun üzerine "Ey Cebrail! Allah katındaki mevkiine ve derecene rağmen sende mi ağlıyorsun?" der Hz Cebrail şöyle cevap verir: "Neden ağlamayayım ki? Kim bilir belki de benim de başıma Şeytan’ın başına gelen şeyler gelebilir. Zira (başlangıçta) o da iyilerdendi Kim bilir Harut ile
Marut'un uğradığı akıbete ben de uğrayabilirim." Cebrail’in bu sözleri üzerine ikisi beraber ağlamaya devam ederler. Nihayet kendilerine şöyle bir ses gelir: "Ey Muhammed ve Ey Cebrail! Allah sizleri kendine asi gelmekten emin kıldı...